26 Haziran 2011 Pazar

Eğlenceli Bir Mim :)

İMGE'ye ve NİL'e çok teşekkür ediyorum bu mim için. İlk mimim olması nedeniyle de ayrı bir özelliği var tabi bu mimin... :)

Konusunu aynen kopyala yapıştır yapıyorum;
"Tam şu anda, evet tam şu anda nerede olmak ve ne yapmak isterdiniz? Ve o yerde dilinize dolanan ilk şarkı ne olurdu? Ve resmini de koyun." 
diyor mim...

Sanırım bunu yıllar sonra bile sorsanız yine aynı cevabı veririm, çünkü büyük ihtimalle oraya gidip bunu yapmak nasip olmicak :) Cevaplarım şöyle ki:

Şu anda BORA BORA ADALARI'nda olmak isterdim. Benim cennet anlayışım tamamen oradan oluşuyor...


Tam anlamıyla bir deniz manyağıyım. Denizi olmayan bir yerde hiç yaşamadım ve yaşayabileceğimi de hiç sanmıyorum. Nefes alamam... Bana huzur veren en büyük şeydir deniz. Hele böyle tertemiz ve berrak bir suyu varsa, orada ölebilirim bile sorun yok. 

Ne yapıyor olmak istediğime gelince de...

Orada olsam öncelikle şu fotoda gördüğünüz bungalovlardan en uçtakinde kalıyor olurdum. Sabah erkenden kalkıp müthiş bir kahvaltının üzerine kapımın önüne çektiğim küçük kayığıma biner, biraz açılır, her biri diğerinden daha güzel olan ada manzaralarından birinin karşısında durur ayaklarımı uzatıp biraz yayılır ve bu şarkıyı dinlerdim... 


...sonra da ölürdüm heralde daha ne yaşıcam... :D

20 Haziran 2011 Pazartesi

What The F...!!!

Etrafımdaki bir çok kişi gerizekalı!!! Ama bu nereye gitsem böyle. Yani asıl demek istediğim şey şu ki; 

""lan Dünya'da ne kadar çok idiot var ya...""

Sonra vay efendim uzaylılar neden Dünya'mızı ziyaret etmiyorlar. Ne yapıcaklar olum buraya gelip. Bir sürü düşünemeyen gerizekalı. Hiç de çekici bir yer değildir onlar için eminim. 

Bugün "cin"e "cin" diyemeyen birisiyle karşılaştım. "Üç harfliler" diyordu kendisi. "Neden cin demiyorsun?" dedim. "Ayy ay ayyy söyleme öyle gelirler..." dedi. "Salak mı bunlar her çağırana gidiyolar?" dedim. "Ben böyle senin gibi dalga geçen çok gördüm şimdi hiçbiri adlarını ağzına alamıyor" dedi. "Valla ben cin olsam, biri bana adımla hitap etmek yerine üç harfli dese, ağız burun ilk ona dalardım!" dedim. "Ayrıca bu denli korktuğun yaratıklar o kadar mı salak cin yerine üç harfli diyince anlamıyorlar?" dedim.... 

Öööfff bu muhabbetin gerisi elemandan daha salaktı neyse boşverin.

Sonra İsmet İnönü'nün vatan hayini olduğunu savunan enteresan bir organizma gördüm. Böyle paslı bi kafeste duruyodu. Fıstık attım biraz, çok sevindi, eyledi kendini üç-beş fıstıkla. Fazla ilişmedim ben de.

Bir tanesi oruç tutmanın sağlığa çok faydalı bir şey olduğunu ve bunun isviçreli bilim adamları tarafından ispatlandığını öne sürdü. Ben de o öne sürdüğü şeyden aldım biraz omuzlarıma sürdüm, iyi oldu böyle güneşten yanmış pütür pütür olmuştu omuzlarım, pisini aldı iyi geldi...

En komiği de bi tanesi insanlara din eğitimini çocuk yaşta vermeye başlamak gerekir yoksa ilerde hiç bir dini benimseyemez dinsiz imansız olurlar dedi. "Çok haklısın hocam..." diyince gazı aldı bu "Mesela ben çocuğum olduğunda adını Kur'an koyucam" dedi!!!
 ......
....
..

Eveeeet bu günlük bu doz yeterli. İdiotlardan inciler programımızın ilk bölümünün burada sonuna geldik. Yakın zamanda tekrar birlikte olmak dileğiyle hoşçakalınız efenm...

Önemli Uyarı: "Bu idiotlarla tamamen denk gelinmiş olarak diyalog kurulmuştur. Lütfen siz de benzerlerine denk geldiğinizde arkadaş olup evde beslemeyiniz!"

18 Haziran 2011 Cumartesi

Ne Menemsin Homo Sapiens?

İnsanoğlu açgözlü mü, evet. Hatta doyumsuz. İhtiyacı bitince keyfi, keyfi geçince de öylesine ister de ister. Bazen durduk yere ister, bazen istiyeceğinin bilincindedir ve ona göre davranır. Yemek ister, içmek ister, gezmek ister, görmek ister, sevişmek ister, uyumak ister, yorulmak ister..... ister de ister ....

Ama istediği şeyden bir süre sonra da sıkılır. Öyle bir histir ki bu sıkılganlık, az önce istediğin şeye hayret ettirir. Duramayacağını düşünürsün o istediğin şeysiz, ulaştığın zaman da sıkılırsın. Bazen harika bir tatildir seni sıkan, bazen ailen, bazen de sana gözünün ucuyla bile bakmayan, kaç zamandır aşık olduğun, tek düşündüğün şey olan ve sonunda elde ettiğin sevgili... sıkılırsın...

İşte bu iki duygu beni kainatın düzeni üzerinde sürekli düşündürür durur. Çünkü doyumsuzluk aslında öyle bir histir ki önüne bir amaç koyar, başardığında yeni bir amaç, onu başardığında da yeni bir amaç koyar. Yani aslında hayattan sıkılmamanı sağlar. Ama sıkılganlık da bu arada asla peşini bırakmaz, o da hep beraberinde gelir. Çünkü aslında doyumsuzluğu doyumsuzluk yapan sıkılganlıktır. Başardığında sıkılmasan, yeni bir başarı arayışına girmezsin, doyumsuz olmazsın. Yani bu iki duygu sürekli birbirini kovalar ve birbirini yaratır.

Şimdi bu açıdan bakınca ben diyorum ki.....

Ne boktan bi sistem lan bu!!!

17 Haziran 2011 Cuma

... gerisi yalan!

Şu aralar kendimi bencilliğin diplerinde hisssediyorum. Ama çok da iyi geliyor bazen bunu yapmak. Genelde kendimden çok başkalarını düşünen biri olmam canımı sıkıyor çoğu kez. Mesela şu an aslında yapmamam gereken şeyler yapıyorum. Ama yapmak istiyorum. Bu kadar basit. Sorup sorgulamıyorum pek fazla. Yaptığım şey doğru mu, çocukluk mu yapıyorum, saçmalık mı, gereksiz mi... hiç umrumda değil. Yapmak istiyorum o kadar. Çünkü farkettim ki yapmak isteyip de yetişkin gibi davranmak zorunda olmam nedeniyle yapmadığım şeyler için sonradan pişmanlık duyuyorum. Ve yine farkettim ki bu istediklerimi yaptığım zaman hissettiğim mutluluk hiçbir şeyle kıyaslanamıyor. 

Bir de şu yönü var, bazen bu yapmak isteyip de aslında yapmamam gereken şeyleri yapmam başıma iş açabiliyor. Ve inanır mısınız bilmem, başıma açılan bu iş, sırf yapmayı çok istediğim şeyi yapmamdan dolayı başıma geldiği için sonradan bu işin içinden çıkmak üzere gösterdiğim çabalar bile bana başka bir haz veriyor. 

Biraz salaş yaşamak hepimizin ihtiyacı belli ki. Dünyayı biraz kuşbakışı ele alınca kendinizi yapma cam yuvaların içinde sürekli ordan oraya koşarak çalışıp duran karıncalar gibi görür müsünüz hiç? Ben görüyorum. Ve o yuvayı biri alıp kırsa, deliler gibi çalışan o karıncaların tüm emekleri heba olacak diye düşünüyorum. Hep bir asi karınca hayal ederim bu sürünün içinde. Çalışmak istemediği zaman çalışmayan, ya da tüm karıncalar harıl harıl işlerinin başındayken bir otun arkasında sevgilisiyle buluşmuş dünya umrunda olmayan bir karınca... 

Ben şu aralar bu karıncayı canlandırıyorum. Bir şey yapmak istiyorsam, yapıyorum. Çünkü biliyorum ki hayatta gereksiz yere önemsediğimiz şeylerin arkasında asıl önemsememiz gereken kişi unutuluyor. "Kendimiz..." mutlu olduğumuz sürece...

... gerisi yalan!

15 Haziran 2011 Çarşamba

Azınlığın Derinliği

Hani bir elektronik eşya ya da import bir içki almak istediğiniz ve kalitesinden, nasıl özelliklere sahip olması gerektiğinden hiç anlamadığınızda sadece fiyatına bakarak karar verirsiniz ya, işte öyle bir şey diyelim.

Dünya'da pop dinleyen kitle mi fazla jazz dinleyen kitle mi?
Dünya'da Dostoyevski okumuş kitle mi daha fazla yoksa "Secret" okumuş kitle mi?
Televizyon izleyen kitle mi televizyonu kaldırıp çöpe atmış kitle mi?
Titanik izleyenlerin sayısı ve Shine izleyenlerin sayısı?
...

Ama bazen de sırf markaya ödediğimiz para nedeniyle daha ucuzunun olmasına rağmen aynı kalitedeki bir mala gereksiz yere daha fazla para verebiliyoruz. Peki bu durumda azınlığın derinliğiyle ilgili ne söylenebilir?

Tamam kafa karıştırmayayım...

Lakin şu bir gerçek ki her zaman çoğunlukları azınlıklar yönetir. Aynı şeyi düşünen ya da aynı bilgi düzeyinde olan çoğunluğu farklı şeyler düşünebilen ve daha yüksek bilgi düzeyinde olan azınlıklar kontrol eder. Bu nedenle azınlık kelimesi, içerisinde negatif bir anlam içerse dahi aslında derinliği olan bir kelimedir. Altında gizli olan anlam da yine sadece azınlıkların anlayabileceği türdendir. Ve bu nedenle de çoğunluğun ihtişamına kapılıp gidenler çoğu zaman kaybeden bilinçsizlerdir. Azınlık içinde yer almak cesaret ister, bilgi birikimi ister. Azınlık kendi kararını verebilenlerden oluşur. Çoğunluk ise yönetilmeyi, yönlendirilmeyi bekler.

Çoğunluk yüzeyi görürken azınlık derinlerde olanların farkındadır. Bu durumu en net anlatan söz de şudur ki:

"Herkesin öyle söylüyor olması, o şeyin doğru olduğu anlamına gelmez..."

14 Haziran 2011 Salı

Anlatmak, Ya Da Anlatmamak...

Bilmiyorum siz de benim gibi her şeyini tanıdığı tanımadığı herkese anlatan kişilerden misiniz ama eğer öyle değilseniz bilin ki bu iyi bir şey. Neden mi, çünkü bir laf var... "Milletin ağzı torba değil ki büzesin!" İşte bu yüzden.

Konuşmaya başladığım herhangi bir kişi, yeni tanıştığım olsun uzun zamandır tanıdığım olsun farketmez, eğer aramızda pozitif bir... mmm... elektrik diiceeğm:)... varsa, yani muhabbet güzel gidiyorsa, karşımdakinin hal ve hareketlerinde bir kötülük veya sinir bozucu bir şeyler hissetmiyorsam, muhabbetin gelişine bende ne var ne yok cakıveriyorum hiç düşünmeden. En özel sırlarımı, kimseye söylememem gereken bende kalması gereken konuları dökülüveriyorum. Yani biraz samimiyet ve sıcak kanlılık, alır bendeki özeli, koyar önünüze. Fakat bu önünüze konanlar kimsenin canını yakacak şeyler değildir, müzevirlik olarak düşünmeyin yani bunu. Söylenecek ve söylenmeyecek şeyleri çok iyi bilirim konu başkaları olduğunda. Fakat ben cam gibi olurum konuştuğum kişiye. Bana bakar ve tertemiz görür beni.

Fakat bunun ceremesini çok çektim. Çünkü herkes göründüğü gibi değil ne yazık ki! İnsanları kötü düşünemiyorum benim zayıf noktam bu. "Ya bak bu kadar konuşmuşuz, güzel muhabbet etmişiz, hem o da anlatmış bana birkaç özelini, daha neyi saklayacağım ki..." diyorum. Düşünemiyorum onun müzevir olabileceğini. Başımı belaya sokan bir sürü kişi olmuştur bu huyum yüzünden. İnsanlara güvenmemeyi öğretiyor aslında bu huyum.
Ammaaa.....

bir de şu var ki, koyu bir muhabbete iki taraf da özelini takır takır koyduğu vakit, orada oluşan hava ve dostluk var ya... işte o paha biçilemez ve başka türlü de elde edilemez bir şey. Tek sorun tarafların tarafsız olduğu bir ortam elde edebilmenin zor olması. Ama olsun, bu sayede kurduğum dostluklar sayesinde hayatıma katttıklarımla kıyaslarsam eğer, ne olursa olsun ben yine de seviyorum bu huyumu...

13 Haziran 2011 Pazartesi

Sorular Sorular...

"Sizce insanlar gerçekten tekeşliliğe uygun bir DNA'ya sahip midir?"

Şu aralar bu soruyu sorup duruyorum kendime. Önce uzun yıllar beraber yaşamış ve beraber yaşlanmış insanları düşünüyorum ister istemez. Bir ömrü yanyana geçirmiş insanları. Sevgi ve aşk kavramlarını. Üzerine kafa yoruyorum biraz. Fakat bir sonuca varamıyorum. 

"İnsan gerçekten sevdiği birini aldatır mı?"

Aldatmaktan kasıt? diyorum önce. Sonra aldatmanın türü mü olur diyorum. Önce asla sevdiğim birine kazık atmam, kötülüğünü düşünmem, elimden gelen yardımı yaparım, o anlamda asla aldatmam, aldatamam diyorum. Sonra cinsel olarak aldatmanın da bu diğer bahsettiklerimden ne farkı var ki diyorum. Kafam karışıyor, iyice batıyorum.

"E o zaman sadece bunu düşünmek bile aslında bir aldatma değil midir?"

diyorum... Sevmek aslında gözü kör eden bir şey değil midir diyorum. Başa birini düşünemeyecek, aklından bile geçiremeyecek kadar gözün görmemesi durumu değil midir diyorum. O zaman bunu düşünebiliyorsam, acaba, aslında gerçekten sevmiyor muyum diyorum. İyice dibe batıyorum.

"Aldatmanın nedeni güzellik midir, zeka mı?"

Eğer güzellikse, sevdiğinizi güzel bulmuyorsunuz demektir. Eğer zekaysa sevdiğinizin, aldattığınızdan daha zeki olmadığını duşünüyorsunuz demektir. Güzellik geçici olduğundan sırf güzel diye aldatma girişimi saçma değil midir? Yani zeki biriyle aldatmak aslında daha mı doğrudur? Velev ki bu dediklerim doğru. Gelecekte her yeni bulduğunuz güzelden daha güzel, her yeni bulduğunuz zekiden daha zeki birilerini bulduğunuzda yine aldatmayacak mısınız? O zaman aldatmanın nedeni karşının özelliği değil, sizin kişiliğiniz değil mi?

"Aldatan kişiliksiz midir?"

Dünya'nın en iyi kalpli, en iyi huylu insanının bile aldattığı olmuyor mu? Her şeyinizi gözünüz kapalı emanet edeceğiniz insanlar dahi aldatmıyor mu? O zaman bu insanların kötü insanlardan farkı yok mu? 

"Aslında yanlış yerde mi aryoruz cevabı?"

Ya konu gerçekten tüm bunların dışındaysa? Ya insan ırkının yaratılışı aslında buna müsait değilse? Aslına bakarsanız biz de dünyadaki diğer canlılar gibi bu dünyada yaşayan bir canlı türü değil miyiz?

"Ya aslında sistem ta baştan yanlış kurulmuşsa?"

diyorum... iyice dibe batıyorum... bir türlü çıkamıyorum...

12 Haziran 2011 Pazar

Seçim 2011

Fazla söze gerek yok, zaten malumun ilanı olarak da nitelendirebiliriz bu seçimleri. Dibe vurmadan düze çıkmayacak bu ülke o artık tam anlamıyla ortaya çıktı. Beni üzen tek şey sadece bu ülkede din sömürüsünün bu kadar işe yarıyor olması. Allah sonumuzu hayretsin derler ya, aslında Allah belamızı verecek kimsenin haberi yok!

Neyse bu sonucun üzerine artık boş yere dil dökmenin de bir anlamı olmasa gerek. Bu günden sonra bekleyelim ve görelim günümüzü dönemi başladı. Ben şahsen yoruldum artık bu konu üzerinde konuşmaktan. Tüm dökülen dillere rağmen sonuç hala buysa, sen  büyüksün Türkiye...
buna inanmaya devam!

Yanlışsam Söyle!

"-Arkadaşım" hitabından oldum olası nefret etmişimdir. Aslında bir çok kişinin samimiyet ve yakınlık hitabı olarak kullandığı bu kelime duyduğumda beni resmen çıldırtıyor. Neden mi? Şu yüzden.
İlk olarak basit nedenlerden başlayayım, vurucu nedeni sona saklayacağım.
Birincisi bu hitap bana çok çocukça bir hitap gibi geliyor. Mesela tanımadığım A kişisi, arkadaşım olan B kişisine benim kim olduğumu sorar ve bunun üzerine B kişisi cevaben "arkadaşım" derse buna sinir olmam. Ama B kişisi gün içinde, ne biliyim, "-Bugün nasılsın arkadaşım?" derse buna çıldırıyorum. Ne lan bu anaokulunda mıyız? "-Bak berkcan kaaardeş. Hadi arkadaş olun oynayın!" Çok yapmacık geliyor. 

İkinci olarak da bunu tanımadığım kişiler yalandan yakınlık kurmak istediklerinde yalakalık amaçlı kullanırlar. Daha tanışalı 2 saat olmamış, "-Gel arkadaşım gel yanıma otur." Lan bi git...

Haydi bunlar neyse, çoğunuz bir neden olarak bile kabul etmeyebilirsiniz bunları belki ama şimdiki sebebime ne diyeceksiniz çok merak ediyorum.
Bu hitabı duyduğumda asıl beni zıvanadan çıkaran şey bunu bir kızdan duymaktır. Neden derseniz... Çünkü kızlar bu kelimeyi genelde(%90 oranla) arkasında gizli olan bazı cümleleri anlatmak için kullanırlar. 
Şöyle açıklayayım:

Aslında kızlar bu hitabı pek fazla kullanmazlar. Kullandıkları belli zamanlar vardır. Genelde kendi cıvıklık katsayılarına bağlı olarak canım, şekerim, tatlım, bebeğim, bitanem... vb. hitapları kullanırlar. Nedeni de boşta oldukları vakit ilgi istemelerinden ötürüdür. Fakat ya birini buldukları zaman, ya da tipini veya huyunu beğenmedikleri, fazla samimi olmak istemedikleri birine karşı, random bir yakınlaşma durumunda(doğum günü, herhangi bir başarı, mutlu bir an gibi durumlardaki sarılma, öpüşme, dokunma vb yakınlaşmalardan bahsediyorum) bu hitabı hiç alışık olunmayan bir şekilde(genelde ilk defa) kullanıverirler. Siz de kendisinden ilk defa duyduğunuz bu hitabın nedenini düşünürsünüz saf saf. Oysa mesaj şudur: "Fazla yakınlaştın, senle arkadaşlıktan öteye gitme ihtimalimiz sıfırdır bunu bilesin arkadaşımmm".
Lan götüm... Daha düne kadar etrafında kimse yok diye insana sülük gibi yapışıp dakika başı arayıp, sürekli oraya buraya gidelim dışarı çıkalım isteklerinden sonra, şimdi sevgili yaptın diye mi bu artislik. Sana insanmışsın gibi davrananda kabahat... 

Ya da olay şu şekilde gelişir;
birden kırk yıllık bayan arkadaşınız daha önce hiç yapmadığı şekilde size "arkadaşım" diye hitap etmeye başlar. Bunun nedeni de sizin ona yazdığınızı düşünmeye başlamasıdır. Tipik bir "yerini bil" uyarısıdır bu aslında. Ne münasebet? O ayrı mesele...

Sonuç olarak bu nedenlerden ötürü ve özellikle de arkadaşlarım arasında en çok dikkat ettiğim şey onlara karşı olan tutum ve davranışlarım olduğundan bu tarz bir hitap altında yattığını düşündüğüm böyle bir gizli mesaja karşı sinirlerim tavana vuruyor. Olabildiğince içi dışı bir olmaya çalıştığım için olmadığım bir durumla gizli gizli etiketlendiğimi düşünmek beni insan öldürecek raddeye getirebiliyor.

Evet, belki ben çok paranoyağım belki de bu gerçekten böyle. Ama şuna eminim ki, bu gerçekten böyle.

Açılış

Herkese merhaba, 

Bu blog, tamamen bir "No Name Profile" karşıtı olan benim, huzur arayışım çerçevesinde kendimi özgürce ifade edebilmem adına, hiçbir kısıtlama hissetmeden blog yazabilmem amacıyla açılmıştır. Bu huzur arayışı korku kaynaklı değildir. Yani mevcut düzen itibariyle düşüncelerimi söylemekten korkmakla bir ilgisi yoktur. Asıl neden her kişiden beklelenen bazı beklentilerin, o kişilerin bu beklentiler çerçevesinde sıkışıp kalması nedeniyle gerçek düşünce ve görüşlerini olduğu gibi değil de, bu beklentilerin baskısı altında traş edilmiş bir şekilde dile getirmek zorunda hissetmeleridir. Bu hissin beni fazlasıyla sarmış durumda olması da bu tarz bir çözüm yoluna gitmeme neden oldu. Durum kısaca bundan ibarettir. 

Sizden ricam mümkün olduğunca yorumlarınızla, yazdığım yazılar hakkındaki düşüncelerinizi rahat bir şekilde "esgeçmeden" belirtmeniz. Mesela içinizden küfür etmek geliyorsa kesinlikle tutmayın kendinizi(tabi ki bana değil, yazılı konuya!). Çünkü burada olabildiğince açık ve her ne kadar "no name" gürünüyor olsam da aslında tam anlamıyla kendimi yansıtacağım için, bu blogda beni asıl ilgilendiren şey düşüncelerimle ilgili genel ve bireysel görüş ve yorumlarınızdır. Yani burada gizlediğim tek şey kimliğimdir. Onun dışında blogu takip edenler aslında beni en yakınlarımdan bile daha iyi tanıyor olacaklar.

Ek olarak burada görünmesini istemediğiniz düşünce ve görüşleriniz olur da yorum yapmak istemezseniz hiç çekinmeden mail atabilirsiniz. Her türlü konu ve başlıkla ilgili tartışmaya(tartışmanın ne demek olduğunu biliyorsanız tabi ki!) açığım. Amaç bir sonuca varmak olduğu için lütfen tüm düşüncelerinizi paylaşın.

Şimdilik bu kadar, umarım herkes için renkli bir blog olur...